Devletler hukuku ve demokrasi
Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok
İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor… Devlet için şöyle bir tanım yapılabilir: Devlet, kendine bağlı insanların güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş etkin bir sosyal örgütlenme biçimi, en yüksek düzeyde ve diğerlerini kapsayan bir egemenliğe, uygulanması meşruluğu sağlayan belirli hukuk kurallarına bağlı sivil toplumun kendi kendisinin bilincine varmasını ifade eden belirli bir toprakla sınırlı bir örgüt, kurumsallaşmış, tüzel, meşru ve hukuk iktidarıdır.
Devlet kavramı soyut olmayıp belirli sosyal koşullarda ve tarihsel konumda ortaya çıkan somut bir gerçektir. Avrupa’da modern devletin oluşumu ve iktidarın kurumsallaşması ortaçağın sonundan itibaren beliren bir dizi koşulun sonucunda ortaya çıkmış. Feodalizmin yıkılışıyla, kapitalizmin egemen oluşu, monarşilerin toprak bütünlüklerini sağlayarak ulusların oluşması ve ulusal birliğin bilincine varılması, siyasal felsefede halk egemenliği ve sözleşme teorilerine doğru bir gelişimin görülmesi yani egemen prens ya da hükümet değil de halkın kendisidir gibi…
Devlet kavramı Yunan sitelerine ya da Roma’ya kadar gitse de çağdaş devlet kavramı, 17.Yy’da evrensel egemenlik ütopyasına karşı oluşmuştur.Modern devletin iki temel niteliği vardır. Bir demokratik olması, iki hukuk devleti olması. Devlet, ister tek ister federe devletlerden oluşmuş bileşik federal bir devlet olsun, ancak şu üç koşul bir araya geldiğinde varolabilir; bir, devletin üzerinde yerleştiği ve yetkilerinin kullanılışının sınırlandığı toprak parçası yani ülke, iki, bu ülke üzerinde oturan ve gerek ırk, dil, din gibi ortak özellikleri ile ya da aynı gelenek ve görenekler, aynı yaşayış biçimi özellikle yaşama iradesiyle bir ulus oluşturacak biçimde birleşmiş bir topluluk yani ulus, üç, ulusun ülkesi üzerinde sürekliliğini ve varlığını sürdürmeye yönelen bir hukuksal, politik örgüt yani iktidar.
Sosyolojik açıdan devlet olabilmek için gerekli bu üç koşula bir dördüncüsünü eklemek gerekiyor. O da iktidarın gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü toplumsal, siyasal ve hukuksal düzendir. Uzun çağlar hâkim olmuş liberal devlet anlayışına göre, devlet yalnızca iç ve dış güvenliği ve toplum içinde temel düzeni sağlamakla görevliydi. Devlet kişilerin ve diğer kurumların faaliyet alanlarına müdahale edemezdi. 20.Yy’ın başından beri kapitalist ekonomik sistemin kendi iç çelişkilerini aşabilmek için devlet müdahalesine gitgide artan bir biçimde gereksinme duyması, demokratik görüşlerin gelişmesi ve sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla devlet yeni bir görünüm kazanmıştır.
Modern devlet kavramı, feodalitenin yıkılması ve kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı. Fakat kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerini ortadan kaldırmak için geliştirdiği demokrasi ne kapitalist demokrasi ne de kapitalist devletçilik bu iç çelişkileri ortadan kaldırmak için yeterli olmadı. En başta kapitalizmin kurucusu Adam Smith hem devletin faaliyet alanlarını sınırlarken hem de devletin içinde serveti olan bireyleri devletle özdeşleştirerek bu çelişkiyi ortaya koyuyordu. Daha sonra kapitalizme tepki olarak doğmuş olan sosyalizmin en önemli temsilcilerinden Lenin de, dünyanın aslında sadece emperyalist devletler tarafından sömürülen devletlerden oluştuğunu gösteriyordu. Marksizme göre emperyalizm kapitalizmin son aşamasıydı ve bu aşamadan sonra sosyalizm gelecekti. Kapitalizmin yaşadığı iç çelişkiler karşısında bazı kapitalist düşünürler bile Marks’ın geliştirdiği kavramları kullanmaya başlamışlardı. Mesela, ünlü kapitalist düşünür Sismondi İngiliz işçilerinin yoğunlaşan yoksulluklarını görmüş ve kapitalizme karşı tavır alarak devlet müdahalesini önermişti. Sismondi İşçiler için işsizlik ve hastalık ödemelerinin yasallaştırılması yoluyla sınıflar arası uzlaşmanın sağlanacağını savunmaktaydı. Liberalizm devleti sınırlarken bir şey daha geliştiriyordu, bireyciliği…
Liberalizm ve kapitalist gelişmelere karşı tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm de aslında liberal görüşle aynı felsefi kökenden gelmekteydi. Bu da doğalcı felsefedir. Karl Marks bunu gizlememişti. Sosyalist öğreti geliştirilirken kapitalizmin iç çelişkileri ve kapitalist düşünürlerin fikirlerinden yararlanıldığını söylemiştir. Öte yandan Kant, Hegel, Fichte gibi devletçi Alman düşünürlerinin görüşleri de sosyalizmin bir akım olarak filizlenmesinde etkili olmuştur.
Marks, kapitalizmden sosyalizme geçilmesini, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerden yani kapitalistlerden alınıp bütün topluma aktarılması ile siyasal iktidarın burjuvazinin egemenliğinden kurtarılarak işçi sınıfına verilmesini ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulmasını önermekteydi. Lenin’in tarihteki rolü ise işçi sınıfının devletle ilgili görevinin devlet mekanizmasını yıkarak proletarya diktatörlüğü kurulmasını göstermek olmuştu.
Marks ile Engels’in birlikte yazdıkları Komünist Partisi Manifestosu’na dayanarak 1918’de yayınladığı kitapta Lenin, devletin kuruluşunda proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmasıyla ilgili savı temellendirmiştir.
Marksistlere göre özel mülkiyetli ve sınıflı bir toplumda devlet diktatörlüktür. Devlet yönetici sınıfın bir sömürü aracıdır. Yönetici sınıfa egemenlik sağlayan devletin ortaya çıkışı, ordusu, polisi, hapishaneleri ve çeşitli zorlayıcı kurumları olan özel bir kamu otoritesinin biçimlenmesiyle oluşmaktadır. Proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşilerden veya tiranlıktan ayrılan özelliği ise geçici oluşu, toplumsallığı ve sınıfa dayanmasıydı Marksistlere göre.
Sosyalist öğreti, 20.Yy başlarında bilindiği gibi önce tek bir ülkede yani Sovyetler Birliği’nde, sonra da birçok ülkede yeni bir devlete model olurken kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısına da etkide bulunmuştur. Kapitalizmin gelişiminin yarattığı dengesizlikler, krizler ve büyüyen eşitsizlikler devletin müdahaleci bir görünüm kazanmasına, karma ekonomik sistemin ve sosyal devlet anlayışının yaygınlığına yol açmıştır. Ancak birçok ulusun bir araya gelmesiyle ilk sosyalist denemeyi gerçekleştiren Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin sonundaki likidasyondan sonra yeni bir yapılanmaya gidildi. 21 Kasım 1991’de hukuken son bulmasından sonra sosyalist birlikten kopan ülkeler bir araya gelerek aralarında yeni örgütlenmeler meydana getirdiler. Eski Sovyetler Birliği’ne bağlı 11 ülke Almatı toplantısında yeniden bir araya gelip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuştur. Sovyetler Birliği’nin tasfiye süreci ile ulus-devlet, ulusal doktrin, milliyetler meselesi gibi konular yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden tartışılıp gündeme taşınan milliyetler sorunu konusu hatırlanacağı gibi aydınlanma felsefesi ve modernizmin dayandığı ilkelerden bir tanesiydi. “Ulusal Sorun” başka bir yazı konusudur…
Bilimsel sosyalizmin biraz önce sözünü ettiğimiz üç ana özelliğinin ilk habercisi de yine Fransız Devrimi’nin “sosyal demokrat”Jakobenciliği ile Babeuf’ta biçimlenen “komünist” başkaldırma düşüncesidir. Ancak bu görüşler Blanqui’nin etkisinde önce anarşizm sonra Leninist bakış doğrultusunda işçi sınıfı temelinde gerçekleştirilmiştir.
Fransız İhtilali’ne yön veren, etkileyen Montesquieu’nun ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleridir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde devletin insanlar arasında kollektif iradenin sonucu birliktelik olduğunu ortaya koymuş ve egemenlik kavramına açıklık getirmiştir. Montesquieu ise devlet iktidarının yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrımına dayanması gerektiğine dikkat çekmiş giderek bu görüşleri Fransa’da devrimden önce mutlak monarşik devlet yapısını derinden sarsmıştır.
Mutlak monarşik sistemler kralın egemenliğine dayanmaktadır. 1789 Fransız burjuva insan ve yurttaşlık hakları bildirgesindeki haklar Marksist düşünürler tarafından da yorumlanmış ve insanın insanı sömürmesinin önündeki en büyük engel olan temel özgürlüklerin ancak sürekli ve sınıf bilinçli mücadele yoluyla kazanılabileceği ifade edilmiştir. Lenin’e göre proletarya sınıfı için gerçek demokrasi de burjuvaziye karşı uygulanan diktatörlüktür bu anlamda…
Fransız Devrimi krallığın ve feodalitenin egemenliği altındaki halkların ulusal devlet kurma hakkını savunmuştur. Bu sürece giderken hangi gelişmelerin etkisi olmuştu, hatırlayalım. Fransız ihtilâlinden önce Fransız toplumu üç sınıflı bir toplumdu. İlk ikisi imtiyazlıydı: Asiller ve Rahipler.
İlk iki ayrıcalıklı zümrenin dışında kalan kesim ise “tiersetat” adıyla “halk”tan oluşmuştu. Halk ise orta ve küçük burjuvalardan, köylülerden ve işçilerden meydana gelmekteydi. Feodalist ortaçağ topluluğunun başını kral çekmekteydi. Kral mülk ve üretim araçlarının sahibi olan sınıfların çıkarlarını gözetirdi. Emekçilerin tamamı ise tiersetat içinde yeralıyordu. Emekçiler başından beri tiersetat içinde yeralan burjuvalarla kendi çıkarlarının çeliştiğinin bilincine varmış değillerdi. Ta ki Babeuf, Blanqui, Saint-Simon, Fourier gibi ütopik sosyalistlerin ve Marksist düşünürlerin ortaya çıkışlarına kadar…
Burjuvazi ekonomik ve sosyal imtiyazları temsili demokrasinin ve burjuva hukukunun oluşturulmasıyla sağladı. Aslında burjuvazinin getirdiği evrensel akılla insana bakış soyuttu. Burjuvaların “millet” adını verdikleri kavram ise hukuk bakımından eşit ve bölünmez bir bütün yani soyut anlamda halktır. 18 ve 19.Yy’larda emperyalizme karşı bilinçlenmiş sosyal sınıflar için “milli egemenlik” teorisi ise soyut halk anlayışından ileri gelmekteydi. Ta ki sömürülen halkın kendini “proletarya” diye tanımlayarak örgütlü sınıf niteliği kazanmasına kadar…
Oysa 1789 Fransız Devrimi’nin kurucuları için halk hiçbir ayrılık ve bölünme ifade etmeyen bir bütündü. Evrensel akıl ise burjuvazinin çıkarlarına denk düşüyordu ve aklın egemenliği burjuvazi açısından egemenliğini sürdürmek anlamına geliyordu. Marksist düşünürler için Fransız kurucu meclisinin milli egemenlik kavramına karşılık Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “halk egemenliği” kavramı önemliydi. Çünkü Rousseau, burjuvalara göre daha devrimciydi ve küçük burjuvaların çıkarlarını temsil ediyordu. Mutlak demokrasiden yana olan ve ihtilalin başlarında cumhuriyetçilerin radikal kanadı olarak rol oynayan Jakobenlerin görüşlerini dile getiriyordu.
19.Yy’a kadar başta yasama yetkisi dâhil bütün yetkilerini tanrıdan aldığını iddia eden kralın iktidarına karşı önemli bir adımdı bu. 1302 yılında kurulmuş olan ve İmtiyazlı sınıfların temsil edildiği “etatsgeneraux” meclisi ise temsili bir siyasal danışma organıydı sadece.
Meta üretiminin giderek artması ve ticaretin büyümesiyle asiller ile ruhban sınıfı dışında gelişmeye başlayan burjuva sınıfı 17.Yy’dan itibaren mecliste daha fazla temsil edilme olanağı buldu. 17 Haziran 1789 tarihinde de Fransız kurucu meclisi “millet meclisi” adıyla değiştirilmiş ve oluşturulan komisyonun hazırladığı anayasa bildirisiyle kralın yetkileri bu meclise geçmiştir. Feodalitenin egemenliğinden millet egemenliğine dönüşüm insanlık tarihi açısından da bir dönüm noktası oldu. 1789’da ilan edilerek 3 Eylül 1791 tarihli Fransız anayasasıyla güvence altına alınan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde mülkiyet, özgürlük, güvenlik, baskıya karşı direnme gibi ileride işçi sınıfının da önünü açacak bazı temel insan hakları kabul edilmiştir.
Jean-Jacques Rousseau bireylerin doğuştan özgür olduğunu ancak üretimin gelişmesiyle birlikte eşitlik ve özgürlüklerin ortadan kalktığını ve herkesin katılacağı toplumsal bir sözleşme ile özgürlüğün yeniden sağlanacağını ileri sürmüştür. Rousseau toplumlar kalabalıklaştıkları için Eski Yunan sitesindekine benzer doğrudan demokrasi biçiminin, kararlara doğrudan katılımın ve eşitliğin ancak oybirliği ve temsilciler yoluyla sağlanmasından yanaydı. Güçler ayrılığı düşüncesini ortaya atan Montesquieu ve Emmanuel-Joseph Sieyès gibi düşünürler ise yönetimde soylularla birlikte burjuvaların yeraldığı ılımlı bir anayasal monarşiyi savunuyorlardı.
Kısaca öncelik ve ilkelerine baktığımızda, klasik ya da liberal demokrasi özgürlük ve katılım, Marksist demokrasi bağımsızlık ve kurtuluş, modern yani sosyal demokrasiler de temsil içermektedir.
1789 insan hakları bildirgesi iktidara karşı bireyin haklarını genişletme yanlısı bireyci ve burjuva özgürlük anlayışını yansıtan bir belgedir.
Temsili demokraside halk temsil etme yetkisini parlamentoya ve vekillere veriyordu. Sınırlı temsil ulusal egemenlik teorisiyle yerini toplu temsile bırakmıştır. Artık halkın siyasal iradeye sahip olup olmadığı veya iradesinin ne kadar yansıtılacağı sorunu büyük topluluklar söz konusu olduğundan genel oy ve siyasal partilerin konusuymuş gibi görünüyor. Yani siyasal partilerle demokrasiyi sağlama durumuyla karşı karşıya kalındı.
Bu Montesquieu görüşlerine yakın bir yaklaşımla burjuva toplum örgütlerinin ya da seçkinlerinin veya baskı gruplarının temsil edilmeleri demek. 18.yy’ın burjuvazisi açısından ulus-halk kavramı herkesi içeren soyut bir ifadeydi. Yani halkı oluşturan bireylerin birbirlerinden farkı olmadığı düşünülüyordu. Amaçlanan da aslında bu yaklaşımla halkı yönetmekti. Tabii iktidarı da halktan korumak. Oy hakkı bile tanınmamıştı halka. Jean-Jacques Rousseau’nun halk egemenliği kavramıyla geniş halk kitleleriyle gerçek halk arasındaki boşluğu sembolik olarak dolduracak oy hakkı tanınmıştır.
Oysa 1789 burjuva insan hakları bildirgesi Rousseau’dan çok direktuvar üyesi burjuva sınıf temsilcisi E.Sieyes’ten etkilenmiş ve egemenliği doğrudan doğruya halka değil millet tüzel kişisine tanımıştır. Böylece burjuvaziye egemenlik sağlanmıştır. Yani Fransız Kurucu Meclisi halk kavramını soyutlaştırmıştır. Millet kavramı ise “yaşamış ve yaşayacak kuşakları içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden, kendisini teşkil eden gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişiliğe ve iradeye sahip olan bir tüzel kişilik” olarak kabul edilmektedir. Halkı da kapsayan ama halkın üstündeki bir tüzel kişilik…
Bu anlayış sonucunda halk adına kanun yapanlar millet temsilcileri sayılacak ve bağımsızlaşacaklar halkın çoğunluğunu temsilden de yoksun bırakacaklardı. Açıkça burjuva egemenliğinin meşruluğu demekti bu…
Bu açıdan da getirdiği haklarla bu bildiri bir hukuk belgesinden çok bireyci dünya görüşü ile felsefesini yansıtan belge niteliği taşımaktadır.
Jakobenlerin ise egemenlikle ilgili tutarlı görüşleri yoktu. Demokrasiye bakışları burjuva koşullarının zorlamasıyla değişen sosyal demokrasi denemesine benzer küçük burjuva ve kaypak bir demokratlıktı. GracchusBabeuf ise başlarda Jakobenizme bağlı olmakla birlikte eşitlik ilkesine yeni bir yorum getirerek Babuvizmin temellerini atmıştır. Babeuf’a göre yasalar önündeki eşitlik şekli eşitlikti. Gerçek eşitlik ise “üretimden eşit pay almak” demekti. Marks kollektif mülkiyeti savunan Babeuf’u kapitalizmin azgınlaşmadığı dönemden bir bilimsel sosyalizm habercisi olarak kabul etmiştir.
Devletle ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerine bakalım biraz da…
Devletin doğmasından sonra dört unsur biraraya geldiğinde devlet kavramı ortaya çıkıyor. Devletler de ortaya çıkarken büyük mücadeleler veriyorlar. Asli doğanlar dışında fer’i doğan devletler başka devletlerin zararına doğuyorlar.
Devlet ister asli, ister fer’i doğsun, uluslararası tanınma yani enternasyonal unsur gerçekleşmeden diğer devletlerle ilişkilere girmesi güç oluyor. Tanıma da iki şekilde oluyor. Biri hukuki tanıma, diğeri fiili tanıma. Bugün için en geçerli tanıma hukuki tanıma biçimidir. Bunun için devletin Birleşmiş Milletler’e üyeliğinin kabul edilmesi yeterli görülüyor. Yani hiçbir devlet dünyada tek başına hareket edebilme serbestisine sahip değil. Devletlerin uluslararası devlet hukukuna göre hareket etmesi gerekiyor.
Bir devlet doğumundan sonra diğer devletlerin bazıları tarafından tanınabilir. Bu fiili tanıma biçimidir. Tanıma bir de sonuçlarına göre çeşitlenebilir. Bunlarda devlet içindeki grupların tanınmasıdır. Ülke içinde çıkan bazı karışıklıklar sebebiyle doğan bazı hareketler uluslararası camiada isyan kabul edilebilir. İsyan eden gruba asi sıfatı tanınabilir. Uluslararası camiada asi sıfatının tanınması o gruba birtakım haklar sağlıyor veya sağlaması gerekiyor diyor hukukçular. İsyan eden gruplar ülkenin bir parçasını düzenli bir şekilde hâkimiyetleri altına alırlarsa bu gruplara da diğer devletler muharip sıfatını veriyorlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin durumu böyleydi. TBMM hükümetini Afganistan, Pakistan ve Fransa tanımıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Çekoslovakya ve Polonya gibi ülkelere ulusluk sıfatı tanınmıştı ve bu tür tanınma hukukçu çoğunluk tarafından da benimsenmiştir.
İktidarların tanınması için bugün kabul edilen hâkim görüş ise günümüzün koşullarını yerine getirmeleridir. İktidarın tanınması her ne kadar devletlerarası hukukta devletin tanınması kadar önem taşımıyorsa da uluslararası hukukun bir sorunu olarak görülmüştür.
Modern devletin dediğimiz gibi iki temel niteliği bulunmalıdır. Birincisi demokratik olması, ikincisi hukuk devleti olması. Devletin hem demokratik hem de hukuka uygun olması da doğrudan iktidarı ilgilendiriyor. Bu da her şeyden önce tabii bir ideoloji sorunu.
Kapitalizmin devletin faaliyet alanlarını adalet ve yönetim işiyle, ulusal savunma ve eğitimle sınırlamasına karşın sosyalizmde faaliyet alanı genişlemiş ve bütün alanlara girmiştir. İster batılı demokrasiler olsun, ister Marksist demokrasi olsun bütün demokrasi biçimleri sonuçta uygulandıkları aşamada değerlendirilirler. Zira bütün demokrasiler özünde halkın iradesini yansıttığında değer kazanırlar.
Marksist düşünürlerin belirttiği gibi bugün uluslararası hukuktan sözediliyor ama uluslararası devletlerden de sömüren ve sömürülen diye bahsedilebiliyor. Rosa Luxemburg’un ulusların savaşının emek ile sermaye savaşına dönüşmesi nitelemesindeki gibi, bundan da en büyük zararı uluslar değil hiç kuşkusuz sömürülen emekçi kitleler görüyor.
Türkiye 1923’e kadar devlet olmanın unsurlarından biri olan enternasyonal unsur yani uluslararası tanınma unsurunu taşımadığından devlet olma niteliğini elde edememiş ancak 1932’de Birleşmiş Milletler’e üye kabul edilmesinden sonra hem tanınma hem de devlet olma niteliği gerçekleşmiştir. 1923’te TBMM ile yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı konvansiyonel rejim tarzında bir yönetim kurulmuştur.
1933’ten sonra Avrupa faşizmin etkisi altındaydı. 1933’te Almanya 1934’te de İtalya faşizmi hem Avrupa’yı hem de Ortadoğu’yu tehdit ederken Türkiye istikrarlı ve güçlü bir ülke görünümüyle bütün barışçı amaçlı anlaşmalara katılarak savaşın dışında kalmaya çalıştı. Tabii Türkiye’nin bütün anlaşmalara katılabilmesi ve dış ülkelerle ilişkiye girmesi 1923’te kurulmasından sonra 1932’de de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmesi ve uluslararası alanda tanınması yoluyla olmuştur.
Fransa’da gerçekleşen burjuva devrimi hem reform ve rönesans ile birlikte dünyanın laikleşmesini hem de dünyanın coğrafi olarak büyümesini sağladı. Siyasal gelişmeler özellikle Avrupa’da ulus-devlet olgusuyla tanışılmasını ve bununla birlikte yeni ulus devletler de ekonomik zenginlik, askeri ve siyasal güç gibi kavramlar ortaya çıkmasını da sağladı.
Ulus-devlet demokrasinin ilk uygulama biçimlerini getirmiştir ama ulusların birbirleriyle bu kavramlar ışığındaki üstünlük mücadelesi sonucunda faşizm olgusunun türemesi de gerçekleşmiştir. Avrupalı ulus-devletle ilgili zenginlik ve güç gibi kavramlar bunların kime ait olacağı sorusunu da getirmiştir. Egemenlik dolayısıyla siyasal gücün diğer deyişle siyasal iktidarın kime ait olacağı sorusudur bu…
Bireysel iktidar ya kol gücü, zekâ, silah, zenginlik ve bunların sonucunda elde edilen sosyal güce dayanıyordu ya da daha güçlüye boyun eğme, zorunlu saygı ve sempatiye…
Ya devletle ilgili olan iktidar yani kurumsal iktidar kime ait olmalıydı?
Buna verilecek yanıt aslında demokrasinin orada olup olmadığının da bir işareti olacaktır.
18.Yy’a kadar iktidar hep tanrıya ait olmuştu. Krallar, imparatorlar ise hep tanrının dünyadaki temsilcileri olduklarını iddia etmişlerdi. Yönetilenler ise ya tanrıya olan inançlarından ya da baskı altında krallara imparatorlara boyun eğmek zorunda kaldılar.
Eski Yunan ve ortaçağda gelişme gösteren demokrasi ile teoriler 18.yy’dan önce kralın iktidarını devirmeye kadar varmamıştı. Fakat 18.yy burjuva devrimi bir gerçeği ortaya atmıştır. O da 18.yy düşünürleriyle özellikle Jean-Jacques Rousseau’yla ortaya konan iktidarın halka ait olması görüşüdür. Ulus ve halk egemenliği kavramları da bu görüşün savunulması sonucunda gelişmiştir.
İlkel toplumlarda iktidarın grubun kabul ettiği bireyde somutlaştığı görülürken özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla yani prekapitalistkollektif mülkiyetten özel mülkiyete geçişle birlikte iktidarın birey ya da bireylerde somutlaştığı görülür.
İlkel kölelikten feodal beye bağlı köleliğe geçiş sadece özel mülkiyete yani toprağa sahip olan feodal beyin iktidarını değil din ve askeri güce sahip kilisenin ve asker iktidarın ortaya çıkışına da neden olmuştur.
İktidarın birey ya da bireylere ait oluşu bireylerde aşırı bir bağımsızlık doğurmuş, iktidarın toplumun iradesini yansıtabilmesi için bir kurumsallaşmaya yani iktidar için uzmanlaşmaya gidilmesine gerek duyulmuştu. Bunun sonucunda ortaya çıkan iktidar da hukuk iktidarıdır.
İktidar kavramının geliştiği bu tarihsel süreç içerisinde batıda iktidar biçiminin gelişimi ile üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi arasında sıkı bir ilişki olmuş ama hiçbir zaman hiçbir iktidar bütün toplumun iradesini yansıtabilme başarısını göstermemiştir. Günümüzde endüstriyel toplumlarda yerinden, özyönetim ya da baskı grupları örneğin basın-yayın ve stk’larla yönetime katılım (non-governmentalorganizations) gibi aslında sadece devletin özeksel yapısını etkilemeye dönmüş çeşitli özerklik çağrıştıran modeller denenmekte. Halbuki görünen o ki kamusal alan daraltılarak sosyal kazanımlar artık elden çıkmaktadır. Yani özünde hepsi temsili olmakla birlikte sözde doğrudan demokrasi için yapılanan yenilikçi hareketlerin birçoğu zaten büyük burjuvazi tarafından etkisizleştirilmiştir o da ayrı bir konu…
Doğrudan demokrasi dünyada artık sadece birkaç İsviçre kantonunda kalan bir uygulama olarak bilinir. Yerini alan temsili demokrasi ise iktidarları güçlendirebilecek yeni sistem olarak görülüyor. Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor…
TAMER UYSAL KİMDİR?
1965’de Bursa’da doğdu. İlk, orta, lise tahsilini Bursa’da yaptı. Çocukluğu Demiryolu altındaki mahallelerde geçti. Çınar Lisesi’ni bitirdi. 1988 yılında Ege Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu şimdiki adıyla İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Uludağ Üniversitesi’nde geçen memuriyet yılları içinde Nilüfer Ticaret Lisesi’nde öğretmen stajyerlik yaptı, genç beyinlerle tanıştı. Ancak yasalar öğretmenlik yapmasına engeller koydu. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nde Basın ve Halkla İlişkiler biriminde görev yaptı. Belediyedeki görevinden 2015’te baskılar ve siyasi uyuşmazlık gibi nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kaldı. Ayrıca Anadolu Üniversitesi İktisat Bölümü mezunudur. Türkiye çapında bazı dergilerde yayımlanmış, yazı ve şiirleriyle yayımlanmamış şiirleri vardır. Bursa’daki bazı yerel radyolarda (radyo mix, radyo press …) 1995-2000 arası kültür-sanat ağırlıklı programlar yapan Uysal, Ticaret gazetesinde çeşitli konularda zaman zaman konuk yazar olarak yazılar kaleme aldı. Türkiye çapında yazı ve şiirleri; Aykırı Sanat, İmgelem, Yoğunluk, Amigra, Güney Kültür Sanat, Lacivert Sanat, Şehir Kültür Sanat, Öner Sanat, Olay vs. gibi basılı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunun yanında birçok e-dergiye de metin vermekte.