Kültür

Çaka Bey’in “At sırtında” Akdeniz’e getirdikleri

Çaka Bey'in komutanlığı ve denizciliği, Türklerin devlet ve örgütlenme geleneğine dair hangi izleri taşımaktadır?

Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek, ‘Bilim ve Ütopya’ dergisine röportaj verdi. Perinçek Çaka Bey ile ilgili röportajda şunlara değindi: “1071’de Alparslan Malazgirt Savaşı’nı kazanıyor ve Anadolu’nun kapısı açılıyor. 1071’den 1081’e hepsi on yıl. Malazgirt nere İzmir nere? O Türk akıncıları ve Selçuklular on yılda İzmir’e geliyor. Bunun esrarını Claude Cahen Selçuklu tarihi ile ilgili çalışmalarında çok güzel anlatıyor. Diyor ki, Bizans Türklerin Anadolu kapısına dayandıkları tarihi koşullarda hantal bir yönetim haline gelmişti, kentlerin surlarının ancak çok yakın bölgelerini denetim altında tutabiliyordu. Kale duvarlarının uzağında soygunculuk, haydutluk, yağmacılık geçerliydi. Selçuklular geldiler ve Anadolu’ya güvenlik ve barış getirdiler. Böylece tarım üretimine ve pazarlara güvenlik geldi, elbette silahlı güçleri sayesinde. Bizans döneminde üretim ağır bir yağma tehdidiyle karşı karşıyaydı. Bu yağma tehdidinden çiftçiyi, üreticiyi, çarşıları, pazarları Selçuklular kurtardı. Yalnız kale duvarlarının çevresinde olan üretim böylece çok geniş alanlara yayılabildi ve bir üretim patlaması oldu. Selçukluların Anadolu’yu çok hızlı bir şekilde fethetmesinin temelinde bu olay yatıyor. Çaka Bey’in Malazgirt’ten on yıl sonra 1081’de İzmir’de ortaya çıkmasını da bu tahlil açıklıyor. Temelinde, Türklerin silahlı gücü ve örgütlenme yetenekleri var elbette.

Anadolu’nun fethi deyince Anadolu’yu güvenliğin fethetmesinden söz edebiliriz. Yani yağmaya son veren ve asayişi getiren otoritenin, devlet düzeninin gelmesi. Köhne Bizans’ın kaybetmesi ve ticaret yollarına, pazarlara ve üretime güvenlik gelmesi belirleyici. Bunu önemle kaydetmemiz lazım.

Çaka Bey’in sırrı

Amiral Cem Gürdeniz Silivri’deyken bana mektupla sormuştu: ‘Bu Çaka Bey’in sırrı ne?’ Akdeniz kıyılarına bozkırlardan atlarla gelen ve bir anda denizci olan adamlar… Bu soru çok önemli. Zaten atın üzerinde geldikleri için denizci olabildiler ve donanma kurabildiler. Çünkü atın üzerine çıkmak tarihi açıdan büyük bir örgütlenme yeteneği kazanmak anlamını taşıyor. Bu yeteneğin köklerini Atlı Çoban Kültüründe bulabiliyoruz.

Öntürklere baktığımız zaman, M.Ö. 3. binyıllarında diyelim, Hazar Denizi’nin kuzeydoğusunda yaşadıklarını görüyoruz. Onların batısında da, Hazar Denizi’nin kuzeyinde Önhintcermen kavimler yaşıyor. Bu Öntürkler ve Önhintavrupalılar koyun değil at yetiştiriyorlar. Bu kültüre Atlı Çoban Kültürü deniyor. Atlı çobanların tarla tarımından veya koyun çobanlığından farklı olarak çok geniş alanları denetim altında tutmaları gerekiyor. Çünkü atların otlaması için yüz kilometrelerce uzaklıklara uzanan geniş çayırlara ihtiyaç var. Dolayısıyla Atlı Çoban Kültürü aynı zamanda güçlü bir örgütlenmeyi gerekli kılıyor.

Avusturya’daki önemli Halkbilimcilerin oluşturduğu Viyana Okulu (Wienschule), 1930’lu yıllarda bu Atlı Çoban Kültürünün tarihsel rollerini araştırıyor. Önemli isimler Koppers, Menghin, Schmidt ve Flora. Bu etnologlar şu tartışmayı yapıyorlar: Atlı çoban kültürünü önce Öntürkler mi geliştirildi yoksa Önhintcermenler mi? Kim kimden aldı sorusunu ortaya atıyorlar. Tarih öncesiyle uğraştıkları için, yazı yok, çanaktı çömlekti, diğer üretim araçları ve eşyalardı, burada ayrıntısına girmeyelim, bulunan bütün kültür verilerini değerlendiriyorlar. Sonucunda uzun gerekçeler açıklayarak Atlı Çoban Kültürünün yaratıcısının Öntürkler olduğunu saptıyorlar. Ön Hintcermenler de onlardan aldılar, resepsiyon diyor ya Batılılar. Bu tespiti yapıyorlar.

 

Viyana Okulu’nun halkbilimcileri, devlet kuruculuğunun köklerini de bu Atlı Çoban Kültüründe buluyorlar. Dünyadaki ilk devlet kurucularının atlı çobanlar olduğu tezini öne sürüyorlar. Doğrudur.

 

Örgütlü ve savaşçı olan atlı çobanlar verimli ırmak yataklarına, Çin’de Sarı Nehir, Hint’te İndus Nehri ve bizim Mezopotamya’da Fırat-Dicle gibi alüvyonlu toprakların olduğu nehir yataklarına akınlar yapıyorlar ve oralarda tarım zenginliklerinin üzerine oturuyorlar. Sonucunda Atlı Çoban Kültürünün örgütçülüğü ile tarım zenginlikleri buluşunca devletler ortaya çıkıyor. Mezopotamya’da, Çin’de ve aynı zamanda Hint’te devletlerin köklerini bu atlı çobanların örgütçülüğünün tarım zenginliklerini fethetmesiyle açıklıyorlar. Bir yerde halktan ayrı silahlı güç varsa ve altın varsa, orada devlet vardır.

Tanrının vatanı

Atıçobanlar, Tanrının da icatçıları. Tengri, M.Ö. 3. binyıllarda Atlı Çoban Kültürüne sahip olan Öntürklerin inancı. Dikkat edelim Şamanizm din değil, büyücülüktür. Eski Türklerin dini, Tengri idi. Şamanizme inananlar, devlet kuruculuğunun kenarlarında, ormanlarda yaşıyorlardı. Örgütlü Türkler daha MÖ 3. binyıllarda Tek Tengri’ye inanıyordu. Bunun toplumsal-ekonomik temeli var. Atlı çobanların geniş bir coğrafyayı denetim altına alma zorunlulukları, Tengriyi de doğuruyor. Çünkü o geniş coğrafyada silahlı güç yanında ideolojik bir otoriteye de gerek var. Otorite, yalnız silahla değil, aynı zamanda Tengri sayesinde kuruluyor. Çok geniş alanlardaki silahlı otorite, aynı zamanda gökteki tanrının otoritesiyle desteklenmiş ve meşrulaştırılmış oluyor.

Kağanlar, otoritelerini Tanrıdan alıyorlar. Dahası onlar Göktanrının çocukları. Örneğin Bilge Kağan’ın oğlunun adı Tengri Kağan idi. Türkler, tanrıyı fethettikleri tarım zenginliklerine de taşıdılar. Çin’de Tien, Tanrı sözcüğüyle bağlantılı görülüyor. Vikinglerin bütün Cermen kavimlerine yaydıkları tanrıları Odin’i de Türkçe Od=Ateş köküyle açıklıyoruz. Babası Tor, karısı Yord (Yurt anlamında) hepsi Türkçe adlar taşıyor. İskandinavyalıların Saga destanları, Türkenkonung’un, yani Türk Hakanının 12 kabileyle Avrupa ülkelerine gelip sülalesini ağaç diker gibi kral diktiğini anlatır. İsveç tarihçiliğinin kurucusu Sven Lagerbring’in ve Abdullah Görgün’ün Kaynak Yayınlarından çıkan kitaplarında ve yazdığım uzun sunuşta geniş bilgi bulabilirsiniz.Tengri sözcüğü, Anadolu Türkçesinden Yakutların diline kadar Türkçenin bütün lehçelerinde var. Og’dan Oğur’a başlıklı kitabımda hepsini saydım. Ama asıl önemli olan, Tengri Sümercede var. Dingir Tengri demek. Tengri’yi atlı çobanların Mezopotamya’ya götürdükleri anlaşılıyor. Sümercede bulunan Türkçe ile ortak sözcükler de yine onlardan geliyor. Bu konuda Osman Nedim Tuna’nın kitabı fevkalâde aydınlatıcıdır. Sümerlerin komşusu olan Elamların Türkçe ile akrabalıklarını büyük dilbilimci Landsberger kanıtladı.

Çaka Bey’in “At sırtında” Akdeniz’e getirdikleri

Çaka Bey’le tekneye binen at ve Tengri

Peki biz Çaka Bey’den söz ederken niçin Atlı Çoban Kültürüne ve Tengri’ye geldik? Çünkü Atlı Çoban Kültürü Türk kavimlerine bir örgütlenme yeteneği kazandırıyor. Atı ehlileştirenler ve üzerine binenler, büyük bir üstünlük kazanıyor. Hem ulaşımda ve taşımada, hem de savaş yeteneğinde büyük üstünlük. Aynı zamanda örgütlenme yeteneğini olağanüstü geliştiren bir üstünlük. Atı arabanın önüne de koşabiliyorsunuz ama daha önemlisi insanın atın üzerine çıkması, ata binmesi. İkincisi atın savaştaki rolü, o zamanlar tank gibi. O çağlarda son derece önemli bir savaş aracı. Ata binen ve ok-yay kullanan halklar, Çin Seddi’nin duvarlarının üzerinden atlayıp Çin’e akınlar düzenleyebiliyorlardı.

Çaka Bey’in “At sırtında” Akdeniz’e getirdikleri

İşte Türkler, bu Atlı Çoban Kültürünün örgütlenme birikimiyle Anadolu’ya geldiler. Arkalarında İskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Siriderya Oğuzları, Selçuklular, Gazneliler gibi muazzam bir imparatorluklar birikimi vardı, başka deyişle örgütlenme birikimi vardı. Denizcilik de o örgütlenme birikimiyle düzenlenebiliyor. Atın üzerinde geliyor ama at üstündeki konumu, büyük bir örgütlenme geleneği, yönetme geleneği. O örgütçülük, o yöneticilik, denizciliği de yönetebiliyor. Çaka beyler, attan inip tekneye çıkarken, atın üzerinde kazandıkları tarihi birikimle çıkıyorlar.

Çaka Bey’in İstanbul’u fethetme hedefi

Bakınız, Çaka Beyler atın üzerinde İzmir’e gelince ne yapıyorlar? Hemen Bizans’ı fethetmeyi önlerine hedef olarak koyuyorlar. Biliyorsunuz Çaka Bey’in Bizans’ta bir esirlik dönemi var. Ama Bizans’ı fethetme hedefinin kökünde Türklerin ticaret yollarına hükmetme iddiası var. Bu çok önemli. Çünkü imparatorluk kültürünün gereği. Çaka Bey, deniz yollarını, deniz ticaretini denetim altına almayı hedefliyor. Yalnız karaları değil denizleri denetim altına alması gerekli. O zamanlarda o coğrafyada Akdeniz ticaretine hükmetmeden imparatorluk olamazsın. Dikkat ederseniz Oğuzlar da Anadolu’ya ilk geldikleri zaman Alanya, Antalya gibi Akdeniz’deki önemli deniz limanlarına yerleşiyorlar. Yani atlı çobanların dağlarda sıkışıp kalmadığını, geniş yaylalarda hayvancılık yapmakla yetinmeyip hemen kıyılara inerek limanları kontrol altına almayı amaçladıklarını görüyoruz.

İbn Battuta Seyahatnamesi’nden öğreniyoruz, Akdeniz’deki Türk beylerinin sarayları var, kervansaraylar, medreseler, hamamlar kurmuşlar. O Namık Kemallerin Osmanlı tarihlerinde yazıldığı gibi 600 çadırla gelip imparatorluk kurdukları gibi tezler masallardan ibaret.

Anadolu Selçuklu Devletini ve beyliklerini sınıflı topluma geçmiş olan uygarlar kurdular. Örneğin dünyanın en uzun kemerli köprüsünü o zamanlar Artukoğulları yaptılar. Anadolu’ya 11. ve 13. yüzyıllarda iki dalga halinde gelen Oğuzlar, evet atların üzerinde geldiler, ama aynı zamanda bir sınıflı toplum kültürünü, bir imparatorluk kültürünü de getirdiler.  Sonuç olarak Çaka Bey, işte İzmir’e sözünü ettiğimiz örgütlenme birikimiyle ve deniz ticaretine hâkim olma hedefiyle geliyor ve bir donanma kuruyor. Amacı da Bizans’ı fethetmek ve dolayısıyla Akdeniz ticaretine egemen olmak.

Yıldırım Beyazıt ve Fatih Sultan Mehmet’in öncülü

Çaka Bey’in Fatih Sultan Mehmet’le amacına ulaştığını görüyoruz. Fatih’ten önce Yıldırım Bayezit İstanbul’u kuşattı. Arkadan Timur gelip vurmasa Yıldırım Bayezit büyük olasılıkla İstanbul’u alacaktı ama ondan elli yıl sonra Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alıyor ve Çaka Bey’in hedefini hayata geçiriyor. Hedef neydi? Akdeniz ticaretine egemenlik, bütün Anadolu ve Trakya’yı kontrol altına almak ve ticaret yollarını, pazarları güvenlik altına almak, üretimin gelişeceği koşulları, asayişi sağlamak, bu sayede zenginliklere sahip olmak. Alparslan’dan Çaka Bey’e, Çaka Bey’den Yıldırım Beyazıt ve Fatih Sultan Mehmet’e uzanan Türk İmparatorluk birikiminin sırrını açıklayan tarihsel süreç budur.

Avrupa merkezli teorilerin zavallılığı

Türkler için “atın üzerinde gelen”, “göçebe” gibi adlandırmalar yapılır. Çaka Bey’in yarattığı tarihe baktığımızda bu kavramların yetersiz kaldığını görmüyor muyuz?

Batı’nın yanlış bir bakış açısı var. Hayvancılıkla uğraşan göçebe kavimleri hep uygarlığın eşiğinde konfederasyonlar kuran halklar olarak tanımlarlar ve onların örgütledikleri konfederasyonları da devlet olarak kabul etmezler. Devletle yerleşikliği eşitlemişlerdir ve Türk tarihine de Avrupa gözlüğüyle şaşı bakarlar. Oysa hayvancılıkla da muazzam servetler oluşturuluyor. Orhun Yazıtları’nda “Kültigin’in on bin koyunluk sürüleri vardı” diye yazıyor. On bin koyun ne demek? Demek ki büyük zenginlikler biriktirmişler. Bu büyük zenginlikler, artıürünün varlığını,  sınıflaşmanın olduğunu gösteriyor. Orada özel mülkiyet ve sınıflar var. Hayvan mülkiyetine sahip olan ve otlakları denetim altında tutan beyler var, bir de el sınıfı var hani biz “ele güne karşı” diyoruz ya, el halk tabakası, bodunla, boylarla aynı anlamda. Bir de künler var yani uşaklar. En üstteki beyler özel mülkiyete sahip, onlardan sonra halk tabakası yani el, onların altında da savaşlarda ele geçirilen esirler ve saraylarda ve çevresinde kullanılan uşaklar, künler bulunuyor. Dolayısıyla Türklerin hayvancılık yaptıkları, büyük kabile konfederasyonu diye Batılıların adlandırdığı örgütlenmeleri kurdukları zamanlarda derin bir sınıflaşma var, özel mülkiyet ortaya çıkmış ve ordular kurulmuş, devlet oluşmuş. Bu yüzden o dönemi, devletin eşiği, devlete doğru bir basamak olarak yorumlayan Avrupa bakış açısı yanlıştır. Avrupa merkezli tarih yazıcılığı tarihsel gerçeği açıklayamıyor.

M.Ö. ilk binde İskitler’den, Türkçesi Sakalardan başlayarak Hunlar’da, Göktürkler’de gördüğümüz gibi Çin Seddi’nin kuzeyinde, Asya bozkırında devamlı bir devlet geleneği var. Hakim durumda olan kavim değişiyor ama o devlet mirası, o devlet geleneği değişmiyor, hemen herkes ona tâbi oluyor. Örneğin Göktürk hakimiyetinin birkaç onyılda Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizine kadar yayılmasına şaşıran tarihçiler vardır. Oysa şaşıracak bir şey yok. Çünkü o coğrafyada yaşayan bütün halkların asayişe ve dolayısıyla otoriteye ihtiyaçları var. Coğrafyanın tepesini fethedenlere tabi olmalarının nedeni bu. Türk Kağanlığını Dokuz Oğuz-Uygurlar yıkıyor. Sonra Uygurlar’ı Kırgızlar yıkıyor ama devamlı yukarıda hâkim olan bir otorite var. O otorite kurumlaşmış. Yalnız silahı değil, Tengrisi de var o otoritenin ve çok geniş alanlardaki halklar hemen onlara tâbi oluyor. Bunun bir sırrı var elbette. Orada barışı, sükûnu sağlayacak bir devletin olması gerekli. Huzurun sağlanması herkesin çıkarına. Sonuç olarak Türk, Dokuz Oğuz, Otuz Tatar, Türgiş, Kırgız, Uygur gibi aynı dili konuşan boy toplulukları arasında devlete hâkim olmak için bir rekabet ve çatışma olmakla birlikte, bunlardan birisi hâkim olduğu zaman bütün bozkırda, yani Hazar Denizi’nden Pasifik Okyanusu’na kadar olan o muazzam alanda herkes yeni otoriteye tâbi oluyor. Bu da bir devlet geleneği ve bu devlet geleneği 1071 Malazgirt’te Anadolu’ya giriyor. Çaka Bey de işte bu devlet geleneğinin temsilcisi olarak İzmir’de o donanmayı kuruyor. Bu süreci Avrupa merkezli teorilerle açıklayamıyorsunuz. Zavallı kalıyor o Avrupa merkezli bakış açısı.

Bizans’ın etkisi

Bizans ve Çaka Bey arasındaki ilişkiler ve çatışmalardan yola çıkarsak Bizans’ın Türk devlet örgütlenmesine etkileri nelerdir?

Bizans’ın kuşkusuz Selçuklu ve Osmanlı devlet kuruluşu ve kurumları üzerine etkileri var. Toplumsal ekonomik kuruluşa da etkileri var. Çünkü Türkler gelmeden önce o coğrafyada Bizans vardı. Ancak bu etki tek yönlü değil elbette. Bu konudaki Avrupa Merkezli tezleri Fuat Köprülü esaslı eleştirdi.

Türklerin etkisi yalnız Bizans üzerinde değil, bütün Asya coğrafyasında ve elbette Kuzey Afrika’dan Viyana kapılarına kadar Türk imparatorluklarının ulaştıkları bütün kıtalarda ve ötesindedir. Bu etki Çin Seddini de aşıyor. Zaten Çin tarihine baktığımız zaman, Kuzeyli Bozkır kavimlerinin gelip Çin’in tepesine oturduklarını ve hanedanlar kurduklarını görüyoruz. Çin medeniyeti fethedenleri fethediyor, ama fethedenlerin ve Kuzeyli akıncıların da Çin üzerinde büyük etkileri var. Çin medeniyeti ve devleti, Türk beylerinin askeri birikim ve yeteneklerini değerlendiriyor. Savaşlarda alınan esirler veya Çin’e göç eden birtakım Türk kavimlerinin beyleri, Çin ordusunda çok önemli konumlara geliyorlar. Çin, savaşlarda esir aldığı komutanların askerî yeteneklerinden yararlanıyor. Bizans’ta da bu durum var. Bizans ordularında Peçeneklerin savaştığını biliyoruz. Vikingleri de Bizans’ın muhafız birliklerinde görüyoruz. Büyük imparatorlukların, Çin ve Bizans örneğinde görüldüğü gibi Türklerin savaş yeteneğinden ve yönetme kabiliyetinden yararlandıkları gerçek. Bu bakımdan Çaka Bey gibi yetenekli bir komutan esir alındığı zaman, onu duvarların arasında çürütmek yerine onun birikiminden bir şeyler öğrenmek, imparatorluk birikiminin bir ifadesi oluyor.

Çaka Bey’in bu coğrafyada bıraktığı mirastan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?

Biz dünyada bozkır halkı olarak tanınıyoruz. Aynı zamanda biraz önce söylediğim gibi Atlı Çoban Kültürünü M.Ö. 3 binlerde inşa etmiş ve verimli tarım topraklarına devlet ve tanrı ihraç etmiş bir halkız. Tengri sözcüğü Sümercede Tingir olarak var. Tengri sözcüğü istisnasız bütün Türk lehçelerinde var ve dünyadaki en eski Allah sözcüğü. Bir de Vikinglerin tanrısı Odin’in adını Türkçe od-ateş sözcüğüyle açıklayabiliyoruz. Vikinglere ve onlar üzerinden bütün Avrupa’ya Tanrı Odin’i ihraç etmişiz. Odin, Kuzey Avrupa’ya kral olarak geliyor. Türk Hakanlarının devlet kuruculuğunu orada da görüyoruz. İbn Battuta’nın Seyahatnâmesi’ne bakınız, 13-14. yüzyılda Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya, oradan Karadeniz’in kuzeyine ve Anadolu’ya kadar yirminin üzerinde devlet var. O devletlerin hepsini Türk hanedanları yönetiyor.

Viyana Okulu’nun da işlediği gibi, Devlet kuruculuğu ve Tanrı fikrinin ortaya çıkışı Türk tarihinin derinliklerindedir. Çaka Bey’i de açıklayan işte bu tarihsel birikimdir. Özetle: Atlı Çoban Kültürü köklerine kadar uzanan otorite kurma, düzenleme, örgütlenme ve ticaret yollarına güvenlik getirme, üretim yapılması için gerekli olan barış ortamını ve disiplini sağlama… Bunların hepsi Çaka Bey’de, onun kültüründe miras olarak var. Denizlere hâkimiyet de bu kültürden çıkıyor.

Divan-ı Lugati’t-Türk’ü açalım, bakalım. Orada bir dünya haritası var. Dünya tarihinde Japonya ilk kez Divan-ı Lugati’t-Türk’teki o haritada gösteriliyor ve en önemlisi haritada denizler olduğunu görüyoruz. Yazılışı 1074 diyelim, yani 11. yüzyıl. Aslında Çaka Bey ile Divan-ı Lugati’t-Türk aynı tarihler. Biliyorsunuz Kaşgarlı Mahmut Kaşgar’lıydı ama Bağdat’a da gitti. Haritasında denizleri görüyoruz. Ticaret yollarına egemenlik diye özetlenebilen Türk hükümdarlık misyonu, deniz ticaretine egemenliği de içeriyor. İşte Çaka Bey, İzmir’e imparatorluk hedefiyle geliyor ve o donanmayı kuruyor. Bizans’ı fethetme amacı da bununla bağlantılı.Geçenlerde TRT’deki Barbaros dizisini yapan dostlarla görüştüm, onlara da söyledim: Akdeniz’in Kılıcını anlamak istiyorsak, Kaşgarlı Mahmut’un haritasına bakacağız. Bozkırlı bir halk ama gözleri denizlerde. Mavi Vatanın köklerini Kaşgarlı Mahmut’un o büyük eserinde görebiliyoruz”

 

 

Daha Fazla Göster
Başa dön tuşu