Siyaset

Hakan Tosun’un bıraktığı miras: Hakkaniyetle anlatmak!

Hakan Tosun'a ne oldu!

Hakan Tosun giderken, geride kalan biz gazetecilere, belgeselcilere, doğa savunucularına büyük bir miras bıraktı: “Hakan Tosun’a ne oldu?” Bu soru artık bizim haber akışımızın gündemi.

İnsan evladı olarak hayata uyum sağlama ve kendimizi teselli etme konusunda epey ustayız sanırım.

Ölüm karşısında verdiğimiz tepkiler, bulduğumuz teselliler bunun en belirgin örneği. Bir yakınımız ağır bir hastalık sonrası yaşamını yitirdiğinde “çok çekmedi” deriz, bir başkası uzun bir hastalık sürecinden sonra öldüğünde ise yakınlarına “en azından annene, babana baktın, evlatlık borcunu ödedin” deriz.

Garip değil mi?

Ölüm karşısında beynimiz hep bir teselli üretir. Belki de iyi ki öyle… Yoksa kim bilir, çıldırırdık.

Esenyurt’ta bir grubun saldırısı sonucu yaşamını yitiren gazeteci Hakan Tosun’un Nurtepe’deki cenaze törenine giderken tam da bunları düşünüyordum. Hatta kendimi şöyle düşünürken yakaladım:

“İyi ki çocukları yoktu, şimdi nasıl dayanacaklardı”

Nurtepe’ye onun cenazesine vardığımda bu düşüncemden dolayı çok utandım. Çünkü ondan geriye kalan belgeseller, sanki çocukları gibiydi, korunmayı, saklanmayı bekliyorlardı. Kuşlar, ağaçlar, çiçekler, doğası için mücadele edenler de onsuz kalmıştı, hepsi onun evladıydı, yakınıydı aslında.

Hakan’ı ilk kez, İstanbul’da Emek Sineması’nın gasp edildiği Emek protestoları günlerden hatırlıyorum. O günden beri doğanın, hayvanların, insanın sesi olmak için oradan oraya koşuşturuyordu. Hep efendi, sahada gördüğümde selamlaştığım, üretken bir gazeteci olarak kaldı aklımda.

Kayıp olduğu haberini aldığım ilk andan itibaren ondan hep iyi bir haber geleceğini düşündüm. Belki bir belgesel için şehir dışına gitmiştir, kurgudadır, telefonu kapalıdır…Öyle olmadı…

Hakan Tosun giderken, geride kalan biz gazetecilere, belgeselcilere, doğa savunucularına büyük bir miras bıraktı: “Hakan Tosun’a ne oldu?” Bu soru artık bizim haber akışımızın ve hayatımızın bir gündemi.

Cenazeye dönecek olursam…Nurtepe Metro Durağı’nda yüzlerce kişi toplanmıştı. Polisler de vardı ama öyle üç beş değil, göz alabildiğine çevik kuvvet.

Aslında polisleri ilk Harbiye’de yol üstünde gördüm cenazeye giderken, “herhalde yine bir Gezi telaşesi sardı iktidarı” diye düşündüm.

“Umarım Hakan’ın cenazesiyle ilgili değildir” dedim içimden. Fakat yanılmışım. Çünkü Nurtepe’ye vardığımda gerçekten binlerce polis oradaydı. Bir müdahale/saldırı olmadı, sadece güzergâhı belirleyip korteje eşlik ettiler. Yine de o kadar çok polisi bir arada görmek, bir cenazeden çok bir mitingi andırıyordu. Zaten binlerce insanın Hakan için attığı sloganlar da cenazeyi çoktan bir mitinge dönüştürmüştü:

“Hakan için adalet, doğa için adalet!”
“Ormanlar, dereler Hakan için ağlıyor!”
“Hakan için adalet, herkes için adalet!”
“Hakan Tosun onurumuzdur!”

Sloganlar yükseldikçe öfke ve hüzün birbirine karışıyordu. “Failler neden korunuyor?” yazılı bir döviz mesela ne çok anlam ifade ediyordu.

ETHA’dan gazeteci Pınar Gayıp’ı gördüğümde gözlerine bakamadım. Öfkesini biliyordum. Ardından Zeynep Kuray’ı (Zeyno) fark ettim, onu ilk kez bu kadar sessiz ve üzgün buldum. Çok öfkeliydi, derin bir yas tutuyordu. Arkadaşına sessizce veda ediyordu. Evrensel’den Eylem Nazlıer, “Çok daha kalabalık olmalıyız, daha güçlü olmalıyız” dedi ilk karşılaştığımız an. Cenazeyi takip eden gazetecilerin çoğu sessizce selamlaşıyordu, herhangi bir haber heyecanı yoktu hiçbirimizde.

Biz hep benzer sokağın çocuklarıydık, sadece haberleri değil, birbirimizi o sokakta büyütmüştük aslında. Hakan’ın cenazesinde buna bir kez daha tanık oldum: Hakan bize yalnızca bir gazetecilik mirası değil, birbirimize sahip çıkma mirası da bırakmıştı.

Gazetecilere, belgeselcilere hep “haber kaynağınızla mesafeli olun” derler. Bir yere kadar doğru fakat bazen temas ettiğimiz insanlarla yoldaş oluruz. Dertlerini dert edinir, hikâyelerini bir kezlik haber değil, bir yaşam bağına dönüştürürüz. Hakan’ın cenazesinde bunu bir kez daha hissettim.
Orada sadece gazeteciler yoktu, ekoloji mücadelesi veren hemen herkes oradaydı. Hakan, hepsine dokunmuştu ve hayatından haksızca koparılmıştı şimdi de. Adaletsizce. Binlerce insan, seslerini duyuran bu gazeteci için bir aradaydı bugün.

Ülke ne hale geldi?

Cemevi’ne gidene kadar yol boyunca bitmeyen sloganlara bir de bir okulun penceresinden bakan ilkokul çocuklarının sesleri eklendi.

Binlerce insanın sloganlarını duyunca onlar da “Hak, hukuk, adalet!” diye bağırmaya başladılar.
Çocukların sesini duyan bir polisle göz göze geldim. Üst düzey birine benziyordu. Ona, “Bakın, çocuklar bile adalet diye bağırıyor, ülke ne hale geldi” dedim. Sadece kafasını salladı.

Cemevi’ne vardığımızda sloganlar daha da gürleşti. Belgeselci ve gazeteci Kazım Kızıl’ın Hakan’la yaptığı röportaj dinletildi. Herkes bir köşeye çekilmişti, kimi kamerasını sessizce yere bırakmıştı.
Gazeteci Eylül Deniz Yaşar, Hakan’ın kamerasını eline aldı ve şunu söyledi:
“Kameran yerde kalmayacak.”

Eylül Deniz Yaşar, olay duyulduğu andan itibaren Hakan’ı gündemde tutmak için elinden geleni yaptı.
Esenyurt’ta saldırının gerçekleştiği yere gidenlerden biri de gazeteci Umut Taştan. O konuşmadı, fakat yaptığı haberlerle, sorduğu sorularla Hakan için sürecek adalet arayışının yolunu çizdi.

Hakan’ı uğurlamak kolay değildi. Tabutuna bir keşan bağlandı.
Cenazesi Ayazağa Mezarlığı’na götürülürken, geride Cemevi’nde onun için hazırlanmış pankartlar, dövizler kaldı…

Bir grup gazeteciyle birlikte cenazeden ayrıldık. Sırt çantamda “Hakan Tosun’a ne oldu?” yazılı dövizi taşıyordum. Yolda pek çok yurttaş bizi durdurdu, ne olduğunu sordu.
İstanbul’un göbeğinde, sokak ortasında bir gazeteci dövülerek öldürülüyor ve toplumun büyük bir kısmının bundan haberi bile yok.
Bu da başka bir acı ve üzerine düşünmemiz gereken bir durum değil mi?

Hakan’ın bize bıraktığı bir başka görev daha var sanırım. İktidar medyasının ördüğü duvarları yıkmak, önyargıları kırmak, mahallelerin, sokakların arasına çekilen o görünmez sınırları kaldırmak, sesleri birbirine dokundurmak. Yani olan biteni hakkaniyetle anlatmak

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu